20 Ekim 2013 Pazar

Düşün uzayındaki kopukluklar çağı...

Geçtiğimiz yüzyıl bilimde ve teknikte muazzam ilerlemeler kaydedildi. Bu hızlı ilerlemenin binlerce getirisi oldu elbet ama en özünde farklı düşünen insanı birbirinden ayırdı. Farklı düşünen derken entellektüel uzayın farklı alanlarından bahsediyorum. Olan her konuda uzmanlaşmanın normalleşmesi oldu. Bilimci sanatçı ile görüşmez oldum. Fizikçi biyolojideki gelişmeleri takip etmedi. Deneysel sinir bilimciler aynı konu üzerine çalışsa da hesaplamalı sistem bilimcileri ile iki laf edemez oldu. Örnekler böyle devam eder gider... Entellektüel dünya elbette bu sorunun farkınadaydı diye düşünüyorum. Ama eli mahkum modernizmin kölesiydi nihayetinde!

Son yıllarda düşün dünyasındaki bağlantı boşluklarını doldurmayı hedef edinen TED konuşmaları ve benzerleri ortaya çıktı. Bilim, sanat, siyaset üzerine enfes konuşmalar, performanslara şahit olduk. Ama farkında olsak da olmasak da bir TED tarzı peydah oldu bu düşünsel uzayda. İronik de olsa, iletişim yöntemini tekdüzeleştirerek kendi içinde epey boşluklar, kopukluklar yarattı.

Dün tanzquartier-wien'de belki bu bahsettiklerime dokunan (!) bir tek kişilik gösteri izledim. Anna Mendelssohn oyunculuğu ve Sarah Moeremans yönetiminde "Here and Now" isimli bu performans belki de en nihayetinde anlamlı olmaya çalışan anlamsız bilim insanlarını eleştiriyordu. Oyuncu ve yönetmen böylesi bir projeye ise 2 sene önce küresel iklim değişimi üzerine sanatçı ve bilimcileri buluşturmayı hedefleyen, ama en sonunda sadece bilimcilerin teknik konuşmalarında tıkanan bir konferansta karar kılmışlar. Gösteriden epey etkilendiğimi belirteyim. Eleştirelere katılmamak mümkün değil.

Ama peki ya ne yapmalı da çağımızın eğitimli cahilliğine dur demeli...? Kendi adıma düşeni soruyorum elbette, nereye evirmeliyim kendimi? Düşünceler var elbette, ama biraz daha pişmeliler...

Tuna boyunda güz mevsiminden şimdilik bu kadar...

Sevgiyle kalın...

25 Eylül 2013 Çarşamba

Zimbit otundan Midas tümülüsüne... kısa kısa gezi notları...

Mersin Gilindire'deki yazlığımızdan Ankara'daki kışlağımıza dönerken Annemle normalden farklı bir güzergahı kullandık. Buraya kısaca 3 günlük bu kısa gezintimizin notlarını kaydedeyim.

Anamur: Baba tarafımın memleketidir. Asıl maksadımız uzun zamandır görüşemediğimiz halamı ziyaret etmekti. Hasret gidermek, eski hatıraları yad etmek ve tanıdık mekanları yeniden görmek güzeldi. Bunun dışında aklıma kazıdığım 3 şey şuydu: 1- Anamur aslında coğrafi olarak çok güzel bir konumda ama halkı bunu çok kullanamıyor, kültürel olarak kalkınma, gelişmeyi bir türlü gerçekleştiremiyor; 2- Zimbit otunun kokusuna bayılıyorum, ileride umarım Akdeniz ikliminde yaşarım ve evimin çevresine bu otların tohumlarından serperim; 3- Ören yeri Anamurium Roma döneminden kalma bir anik kent. İyi bir restorasyon ile dünyanın sayılı tarihi alanlarından biri olabilir. Ama bunu başarmak için sadece paraya değil, yereldeki insanların kültürel olarak projelere dahili gerekiyor... Biz de ise sadece geri zekalı defineciler tarihle ilgileniyor! Ha bir de şunu ekleyeyim, ben Roma mimarisini epey seviyorum galiba: ilerideki yerleşik mekanımda mutlaka bir anfi-tiyatro ya da odeon olmalı :)

Abanoz Yaylası: Yolumuzun üzerindeydi, Halamın eski yaylasında yine saydığımız sevdiğimiz bir akrabamız varmış, hala Anamur'a inmemişler, hadi uğrayalım dedik. İyi ettik, hem onlar gördük, hem de hep merak ettiğim yayla dünyasını öğrenmiş oldum. Gerçi artık eski işlevsel yaylacılık bitmiş, bir nevi dağ yazlıkları olmuşlar.

Ermenek: Nedense hep görmek istediğim bir yerdi. Eşsiz bir coğrafi. Bir dağın üstüne kurulmuş, eteklerinde ise şimdi baraj gölü belirmiş bir şahin yuvası sanki. Tarihte önemli bir şehirmiş, ama şimdi sıradan bir Anadolu ili kıvamında. Kaldığımız otelin adı Selçuklu. Çok klas bir oteldi, tavsiye ederim.

Beyşehir: Aynı adlı gölün yanında belirmiş şirin bir ilçe. Aklımda kalan 3 şey: 1- çok güzel bir doğası var, daha uzun orada olmalı, gölü keşfetmeli. 2- Gölden çıkan sazan balığı hiç fena değilmiş. 3- Eşrefoğlu Camii gördüğüm en güzel camii/kilise/vs. mekanı. Taş duvarları tamamlayan ahşap bir çatı ve taşıyıcı sedir ağacı sütünlar (yaklaşık 1000 yaşındalar).

Gordion: Ankara'ya bu kadar yakın ve ben buraya yeni geliyorum... utandım kendimden... Mısır'ın kralları ve soyluları gömmek & saklamak için piramitleri varsa bizim de tümülüslerimiz varmış da haberim yokmuş. Oluşturulan Gordion müzesi çok başarılı. Yassıhüyük kazı mekanı Çatalhöyük kadar başarılı bir proje değil ama görülmeli. Bir de oradayken fark ettim. Frigya yürüyüş ve bisiklet yolu tasarlanmış, toplamda 500km. Hımmm... çok cazip... 

9 Temmuz 2013 Salı

WUK Demokratik Okulu



2013 Haziran ayının 2. Cuması Viyana’daki WUK demokratik okulunu  ziyarete gittim. Uzun zamandır demokratik eğitim üzerine bilgilenmek, birinci elden konuya vakıf kişilerle tanışmak istiyordum. WUK okuluna bu ilgimden bağsettiğim bir eposta atmıştım. Sağ olsunlar, beni okullarına davet etmiştiler.

İlk olarak öğretmenlerden Claudia ile detaylı bir şekilde okulun tarihi ve yapısı üzerine konuştum. 35 yıllık okul 9-18 yaş grubu çocukların demokratik eğitim çerçevesinde eğitim aldıkları bir kurum. Demokratik eğitimin tanımını yapmam zor olabilir. Dünya üzerinde farklı kabuller ve ekoller var. Benim gördüğüm kadarı ile bildiğimiz eğitimden en temel farkı: öğrenci, öğretmen ve velilerin karar alma mekanizmalarında etkin rol aldıkları bir "okul oluşumu". Bilinçli olarak "eğitim oluşumu" demedim, çünkü demokratik eğitim/okul, konsepti çizilmiş kuramsal bir yapıdan ziyade pratikteki kollektif insan topluluğu ile alakalı. Demokratik eğitim kavramı ile aşina iseniz bu bilgi önemli olacaktır: Claudia’nın aktarımı ile WUK okulu herhangi bir ekolü (ör: Monte Sori) takip etmiyor. Hatta bu tür ekollerin dogma öğretiler taşıdıklarını söyleyerek eleştiriyor.



WUK okulu devletten herhangi bir maddi yardım almıyor (Avusturya gibi sosyal ve zengin bir devlet için istisnai bir durum). WUK çatısında oldukları için kira ve ısınma gibi harcamaları yok. Buna rağmen öğretmen maaşları (ki normal öğretmenlere gore çok daha az kazanıyorlar) ve çocukların beslenme gibi harcamaları için velilerden aylık 375 Avro gibi bir katkı bekleniyor. Ayrıca bu maddi katkının dışında velilerin WUK okulundaki işlerin yürümesi için aktif katılımları bekleniyor. Mesela, bir öğrencinin annesi temizlikte yardımcı olurken diğeri marangozluk işlerine el atıyor. Veliler ayrıca okulun maddi konulardaki vereceği kararlarda da  etkin karar verici oluyorlar.

Okula yeni öğretmen veya öğrenci kabulü ise mevcut öğretmen ve öğrencilerin onayına bağlı. Mesela ben oradayken seneye katılmayı isteyen bir öğrenci adayı bir haftalık misafirlik dönemini bitirmiş, ve öğretmen ve öğrenci konseyinin tartışma ve oylamasından sonra kabul almıştı.



Claudia ile görüşmemden sonra çocukların arasına karıştım. Darlene (13) ve Theresa (14) bana okulu gezmemde, diğer çocuklarla tanışmamda yardımcı oldular. Okulun son haftası olduğu için şanslıydım, dersler yoktu, herkes için serbest gündü, az sonra yapılacak piknik için hazırlıklar yapılıyordu. Çocuklarla iletişimim düşündüğümden de rahat oldu; belli bir yaşın üstündekiler (13-14 yukarısı) aksanlı İngilizce konuşuyorlardı, daha küçük olanlar ise benim çat pat Almancama müsamaha ve sempati ile yaklaşıyorlardı. Farklı kişiliklere sahip bu çocuklar nasıl bir yapının içinde olduklarının çok iyi farkındaydılar. Bir kısmının "normal" okul tecrübeleri olmuş zaten. İstisnasız bütün çocuklar orada olmaktan dolayı çok mutluydu. Bu benim için çarpıcı bir noktaydı doğrusu: okulda olmaktan mutlu olan çocuklar!!! Bunun dışında eklemem gereken en önemli nokta -sanırım dinci ve milliyetçi hikayelerinden uzak tutuldukları için- çocukların çok barışçıl ve arkadaşcasına yaklaşımları vardı. Hani bir gün herkes bütün kimliklerini bir kenara bırakıp İNSAN olacak hayalim var ya, işte oradaki çocuklar bana sanki insan gibi yaklaştılar, Türkiyeli bir yabancı gibi değil.

Mutfağa girip piknik için hazırlanan şiş kabaplara yardımcı oldum (hindi ve vejetaryan opsiyonlu!). Öğretmeninden öğrencisine mutfakta yiyeceğini imece usulü hiyerarşiden uzakta üreten bir okul. Ne farklı ne güzel değil mi?



Piknik keyfinden sonra herkesle vedalaştım, ve evimin yolunu tuttum. Yolda giderken aklımda hep şu vardı: "Başka bir dünya mümkün!"

18 Nisan 2013 Perşembe

Acının öğrettikleri...

Son iki ayımı ağır bir boyun fıtığı derdi ile geçirdim. Hala düzeldiğini söyleyemem ama bir ay önceye göre çok daha rahatım. Acılar içinde uykumdan uyanmıyorum, fıtığın sebep olduğu kas kasılmaları ve sinir uyuşmaları da fark edilir derecede azaldı.

Bu süreç içinde elbette basit olanı ama hep unutulanı hatırladım: SAĞLIK en önemlisi. Sakıp Sabancı'nın bir benzetimi vardı: sağlığa 1 deyin, sonra hayattaki bütün kazanımlarınızı, para, ün, başarı, falan fişman hep yanına eklediğiniz 0'lar olarak hayal edin, sonuç: 1000000... Milyardersiniz.... Sonra, sağlığı yani baştaki 1'i çekin, geriye koca bir 0 -HİÇ- kalır.

Strese, hırslara, koşturmaya hiç gerek yok, hele de sağlık elden gidecekse...

Sağlık dilekleriyle...

Murat Tuğrul, Viyana, 17 Nisan 2013

6 Aralık 2012 Perşembe

Bilim hayatımızı şekillendiriyor, Dünya'ya nereden ve nasıl baktığımızı belirliyor!


Ben: …

O: …

Ben: 10.000 yıl önce tarımı bilmez iken bugün organizmaların genetiğini dizayn ediyoruz. 400 yıl önce yeryüzü düz sanıyor iken bugün Mars'a robotlar gönderiyoruz. 150 yıl önce türler yaratıldılar derken bugün evrimi gözlemliyoruz. 100 yıl önce atomun yapısını hayal bile edemezken bugün onu parçalayıp nükleer enerjiyi ortaya çıkarıyoruz...

O: … e e..?

Ben: Yani, kısacası: Bilim hayatımızı şekillendiriyor, Dünya'ya nereden ve nasıl baktığımızı belirliyor!

O: Nedir Bilim dediğin?

Ben: Ben şöyle özetliyorum: "Yeni bilgi"nin sistematik ve kollektif olarak ortaya çıkarılma uğraşısı.

O: Örneklerle anlat, mesela neye bilim demişiz? Nereden gelir bu bilim? Neyi etkilemiş de  bugünkü hayatım böyle?

Ben: Modern bilimin başlangıcı için 16. ve 17. yüzyıla bakmak gerekir. Dönemin simge isimleri: Kopernik (1473-1543), Galileo (1564-1642) ve Newton (1642-1727). Bu dönemde bilgiyi nedenselcilik ve deneye (kontrollü gözlem) dayandırma ön plana çıkıyor artık. Dünya'nın evrenin merkezinden çıkarılması büyük bir devrim. Sonra, her şeyin mekanik düzende açıklanabilinir olduğu, ve  matematikçi bir tanrının yarattığı belirlenimci bir evren düzeni oturuyor. Daha sonra patlayacak makineleşme, sanayiileşme, köyden şehire geçiş (feodaliteden burjuvaziye), Fransız devrimi bu dönemin ürünü diye düşünüyorum.

O: Sonra?

Ben: 19. yuzyılda işler değişmeye başlıyor. Daha doğrusu sanayiileşmenin ivmelenmesi ile herşey daha açık sorgulanmaya başlanılıyor. Mesela, Boltzmann (1844-1906) ile birlikte olasılıksı mekanik ile tanışıyouruz. Darwin (1809-1882) ile insan hususi yaratılmışlığının iflası, yani evrenin merkezinden düşmesi bomba etkisi yaratıyor. Düşünsene: kral da, siyasetçi de, köle de, kadın da erkek de aynı hayvan türü! 20. yüzyıla girilirken özellikle Freud (1856-1939) ile insanın algı derinliğine yani psikolojisine giriyoruz. Ruhun iflası yani!

O: Einstein nerede?

Ben: Ben de tam oraya geliyorum! 20.yüzyılın başından itibaren fizik bilimi coşuyor adeta. Einstein (1879-1955), Schroedinger (1887-1961), Feynmann (1918-1988) ve daha nicesi nesneye bakışımızı değiştiriyor. Düşün, her şey göreceli, kütle dediğin enerji olabilir mesela. Bu dönemde küçük boyutlarda fiziğin başkalığını öğreniyoruz. Bugün hala kuantum  fiziğinde bildiklerimizi "an"ladığımızı söyleyemem. Mesela,  nedensellik çökebilir atomlar arasında!  Ama nasıl! Öylesine büyük teknolojik patlamalara gebe ki bu dönem, saymakla bitmez. Ne yazik ki, atom bombasını da gördük aynı zamanda!!! Bilim etiğini de konuşmalıyız bir gün!

O: Fizik aldı başını gitti yani!

Ben: Evet öyle. Ama 20 yuzyılın 2. yarısı ile birlikte yaşam bilimleri, özellikle de moleküler biyoloji ve genetik patlaması ile karşılaştık. Watson (1928-), Crick (1916-2004) ve Rosalind Franklin (1920-1958) bu dönemin simgesi DNA yapısının keşfindeki kilit isimler. Bugün teknolojik anlamda geldiğimiz yer yüz yıl önce ile kıyaslanamaz bile, misal gen transferi ve klonlama. 2000'leri hatırlaycaksındır: örnek insan DNA diziliminin duyurulması. Herkes bu da yapılınca artık sorulacak soru kalmayacak diyordu öncesi.

O: Sahi, ne durumdayız şimdi. Bilim nereye gidiyor? Sen onu anlat!

Ben: Anlaşıldı ki, iş pek bitmemiş, hatta tam tersi yeni başlıyor! Yaşam bilimlerinde, özellikle genetikte elimizde tonlarca data var. Ama anlayışımız çok geri. Fizikle benzeştirirsem, kuramsal bilgimiz daha emekleme aşamasında! Öznel olarak değerlendirirsem: DNA'yı biliyoruz ama nasıl işlediğini ve evrildiğini henüz tam olarak anlamış değiliz. Bunu çözersek, örnek olarak gen terapilerine ulaşabiliriz. Bunun dışında, sinirbilim, özelinde insan psikolojisinin temellerini irdelemeye devam edecek. Nano-bilimler çok ilginç teknolojiler üretiyor, özellikle bilgisayarımsı aletlerle donatılmaya başlandık baksana. Son olarak, kuantum ışınlanması, ve hatta kuantum bilgisayarlara not edeyim. Klasik mantığımız yerle bir olabilir. 

O: Tamam tamam yeter bugünlük… 

Ben: Şimdilik bu kadar olsun o zaman! :)

3 Aralık 2012 Pazartesi

Türkiye ana siyasi örüntüsü


Orhan Pamuk'un ''Kar'' isimli romanını yeni bitirdim. Anlatımdaki uslubuyla yine Orhan Pamuk dedirten bir kitaptı. Ama buraya not etmek istediklerim kitabın içeriğine dair ve düşündürdükleri olacak.

Roman, yakın tarih (90'lar) Türkiye siyaseti üzerine oturtulmuş. Memleket siyasetine ait ana unsurlar, yani Türkçü ve Kürtçü milliyetçiler, İslamcı dinciler, ve yenilmiş sosyalistler birbirlerinin içine geçerek Kars ili ölçeğinde sahne paylaşıyorlar. Darbelerden türbana kadar birçok konu işleniyor romanda. Edebi eser olduğunu unutmadan Türkiye siyaseti öğrenmek isteyen, ya da siyasi gerçekleri yatsımadan roman okumak isteyenlere ısrarla öneriyorum bu romanı.

Romanın dışına çıkıp, memleketim dediğim ülkeye en azından son 150 yıldır hakim olan siyasi çizgiyi buraya not etmeliyim. Bakalım yıllar sonra, aynı fikirlere sahip olacak mıyım? Aslında böyle giriş yaptıktan sonra çok uzun tezler, argümanlar yığacağımı düşünebilirsiniz. Halbuki, hükmeden siyasi örüntüyü Türkçü milliyetçi-sunni islamcı dinci olarak tarif edebilirim. Altını çizerek bunun iki ayrı siyasi hareket olamadığını, aynı bedende yaşayan ama kah birinin kah ötekinin ağır bastığı bir yöneten kimliği olduğunu söylemeliyim. Abdulhamit, İttihat ve terakki, Mustafa Kemal, İnönü, Ecevit, Demirel, Erbakan, Çiller, ve son olarak da Erdoğan sadece bu dönemleri özetlemek için kullandığımız isimler. Elbette nüanslarda değişiklikler var ama ana motif hep aynı: Türk ve sunni olmayan ya da asimile olmayacak her kimliği yok etmeye odaklanmış bir siyasi hareket. Önüne çıkan Ermeni, Rum, hristiyan, Yahudi, alevi, Kürt, Çerkes, Laz, komünist, sosyalist bütün kimlikleri yok etmiş ya da etmeye çalışıyor, ve çalışacak. 

Şimdilik bu kadar olsun.. Sonra devam ederiz..

Trieste ilinden selam ola..

1 Temmuz 2012 Pazar

Sade'ce

İNSANIN düşünebilme yetisi binlerce kuşakta öylesine gelişti, öylesine karmaşıklaştı ki; sade'ce doğan, yaşayan ve ölen bir hayvan olduğunu unuttu. O sadeleğinde has olan doğanın felaketleri ve harükaledelerini tanrı(lar) dediği, yarattığı, ondan ötürü yaradan(lar)a aktardı. Aktardı ki, yalınlığını gizleyebilsin, daha da üstün düşünsün. Ne haldir ki, aktardıkça sivrilen zihni, bedenini daha da ezdi. Ezilen bedenin ağrısını dindirsin diye imgelerine daha fazla anlamlar ve yetiler yükledi.

Ve BEN doğdum. Yaşadım. İnsanın bana ulaştırdığı hayalleri alıp, felaketleri ve harükaledeleri doğadan alıp benden ötürü imgelere aktardım. Aktardıkça rahatladım, ama bir o kadar yoruldum. Hala yaşıyorum. Felaketleri ve harükaledeleri doğaya geri vermenin, yapay ürettiğim an'lamları unutmanın, doğayı olduğu gibi görmenin ve kabul etmenin çabasındayım. Çabaladıkça yoruluyorum, ama bir o kadar da rahatlıyorum. Birgün sade'ce öleceğim.